Hukukçular bu çatışmayı “iki dev hakkın birbirinin alanına temas etmesi” şeklinde tanımlıyor. Bir tarafta demokratik toplumun olmazsa olmazı ifade özgürlüğü, diğer tarafta insanın dokunulmaz alanı kişilik hakları. İkisi de anayasal ve yasal güvence altında. Ama ikisi de sınırsız değil.
İfade özgürlüğünün kökeni, bireyin kendisini açıklama iradesine dayanır. İnsan düşüncesini açıklayabildiği ölçüde kişiliğini tamamlar, toplum da bu açıklık sayesinde gelişir. Anayasa’nın 26. maddesi, ifade özgürlüğünü en geniş şekliyle tanımlar. Ancak toplumsal yaşamın sağlıklı yürüyebilmesi için bu özgürlüğün, başka haklarla çatıştığı noktalarda sınırlanması kaçınılmazdır.
İfade özgürlüğünün tam karşısında duran kişilik hakları ise bireyin maddi ve manevi bütünlüğünü korur. İtibar, özel hayat, isim ve fotoğraf üzerindeki haklar… Hepsi bu şemsiyenin altında. Medeni Kanun, kişilik haklarını mutlak hak olarak düzenler. Yani herkesin saygı duyması gereken bir alan. Bu nedenle dijital ortamda yapılan tek bir paylaşım bile kişilik haklarının sınırını aşabilir.
Üstelik sosyal medya hızının da etkisiyle, bireylerin birbirinin özel alanını ihlal etmesi neredeyse günlükleşmiş durumda. Bir fotoğrafı izinsiz paylaşmak, bir kişiyi delilsiz suçlamak, karalama amacıyla paylaşım yapmak… Tüm bunlar hukukun önüne art arda gelen dosyaların temelini oluşturuyor. Neticede ifade özgürlüğü “konuşurum” derken, kişilik hakları “ama incitiyorsun” diyor. Uyuşmazlık tam da burada başlıyor.
Sosyal Medya Paylaşımlarında Hukuki Sınırların Merceğe Alınması
Hukuk dünyasında son yıllarda en çok görülen uyuşmazlıklar sosyal medya paylaşımlarından doğuyor. Çünkü insanlar dijital alanda filtresini kaybediyor. Normalde yüzümüze söylenmeyecek cümleler klavyede çok kolayca yazılıyor. Oysa hukuk, bu filtresiz dile seyirci değil.
Hakaret, iftira, özel hayatın gizliliğini ihlal, nefret söylemi… Bunlar sosyal medyanın karanlık tarafı ve hukuki olarak da en net yaptırıma tabi alanlar. Bir kişinin onurunu kıracak sözler, delilsiz suçlamalar, rızasız görüntü paylaşımı veya bir topluluğu hedef alan aşağılayıcı ifadeler, ceza hukukunda da medeni hukukta da sorumluluk doğuruyor.
Yargıtay’ın son yıllarda verdiği kararlar da bu sınırları giderek daha net çiziyor. Örneğin sosyal medya üzerinden “dolandırıcı” demek, “onur kırıcı isnat” olarak kabul ediliyor. Bir kişiye “şirketten para çaldı” gibi somut suç isnat etmek, kesin delil olmadığında iftiraya giriyor. Birinin özel fotoğrafını izinsiz dolaşıma sokmak ise hem ceza hem tazminat davası sebebi.
Özellikle TCK 125, 267 ve 134 maddeleri sosyal medya kaynaklı suçlamalarda en sık uygulanan maddeler. Hukuki sorumluluğun alanı büyüdükçe, dijital platformlarda yapılan her eylem de hukuken daha sıkı denetleniyor.
Eleştiri ve Hakaret Çizgisi – Toplumun En Çok Yanıldığı Yer
Gazete röportajlarında hukukçular en çok şu cümlenin altını çiziyor:
“Eleştiri, fikre yöneliktir; hakaret ise kişiye.”
Bu ayrım hem basit hem karmaşık. Çünkü sosyal medya dilinde eleştiri ile hakaret iç içe geçmiş durumda. Bir siyasetçinin politikalarını sert şekilde eleştirirsin, bu ifade özgürlüğüdür. Ama aynı siyasetçiye “karaktersiz, şerefsiz, hırsız” dersen, bu artık kişiye yönelen saldırıdır.
Eleştiride amaç fikir tartışması yaratmaktır; hakarette amaç itibarsızlaştırmadır. Türkiye’de politik figürlere, ünlülere veya kamu görevlilerine yönelik yorumların büyük kısmında bu hattın aşıldığı görülüyor. Yargıtay’ın birçok kararında, eleştiri hakkı geniş yorumlanır ama hakaret söz konusu olduğunda sınırlar daralır.
Bir belediye başkanını “hizmetleri yetersiz, kaynak kullanımı şeffaf değil” diye eleştirmek hukuken meşrudur. Ama “belediyeden çalan bir hırsız” demek ispatlayamadığın anda suçtur. Sınır işte bu kadar net olmasına rağmen sosyal medyada en çok ihlal edilen çizgi budur.
Paylaş Butonunun Hukuki Bedeli – “Ben Yazmadım Sadece Paylaştım” Savunması Neden Çalışmaz?
Gazetede sıkça yer alan davaların ortak özelliği, insanların paylaşım sorumluluğunu hafife alması. Oysa Yargıtay, retweet eden veya bir içeriği paylaşan kişiyi de “yayma” fiilinden sorumlu kabul ediyor. Paylaşımın altına yorum yazmasan bile, o içeriği dolaşıma soktuğunda sorumluluk halkası sana da uzanıyor. Hukuk burada basit bir mantık yürütüyor: Bir içerik ne kadar çok kişiye ulaşıyorsa zarar ihtimali o kadar büyür. Paylaşım zinciri de bu yüzden birlikte sorumluluk doğurur.
Bir başkasının söylediği ağır ithamı sadece “paylaşmak” bile ceza hukukunda fail olarak değerlendirilebiliyor. Medeni hukukta ise tazminat sorumluluğu doğuyor. Kısacası “Ben yazmadım” demek hukuken pek bir şey değiştirmiyor. Ceza mahkemeleri dijital delilleri çok hızlı değerlendiriyor. Ekran görüntüsü, teknik kayıtlar, IP verileri… Bir paylaşımın kimden çıktığı, kim tarafından yayıldığı tespit edilebiliyor.
Dijital Kaosun İçinde Ayakta Kalmanın Yolu – Paylaşmadan Önce Nefes Almak
Gazete söyleşilerinde uzmanlar, dijital ortamda sorumluluğun fark edilmeyen tarafının hız olduğunu söylüyor. İnsanlar düşünmeden yazıyor. Bir öfke anında yazılan bir cümle, bir anda binlerce kişinin önüne düşüyor. Sonrası avukatlar, mahkemeler, duruşmalar…
Oysa birkaç saniyelik bir duraksama birçok sorunu engeller.
- Bilgi doğru mu?
- İfade bir fikri mi hedef alıyor yoksa kişiyi mi?
- Bu paylaşımı yüz yüze söyleyebilir miyim?
- Biri bana böyle yazsa ne hissederdim?
Dijital parmak izi, fiziki parmak izinden daha kalıcı hâle geldi. Çünkü internet unutmaz. Birkaç yıl önce yazılmış bir tweet bile bugün yargı dosyasına dönüşebiliyor. Mahkemeler ekran görüntülerini delil olarak kabul ediyor, paylaşımlar silinse bile izleri kalabiliyor.
Bu yüzden bir hukukçu olarak her müvekkil/müvekkil adayına her fırsatta aynı uyarıyı yapıyorum:
Özgürlük kıymetlidir ama sınırsız değildir. Başkasının kişilik hakkına temas eden her söz, özgürlük alanından çıkar ve sorumluluğun alanına girer. Özgürlüğün bittiği yerde hukuk sessiz kalmaz.
Unutmayalım ki; dijital dünyada var olmak için sınır bilmek artık bir nezaket değil; hukuki zorunluluk.