Her gün yüreklerimizi biraz daha dağlayan Gazze zaten şehitler diyarı olarak tarihe geçti… Ve daha dün Pençe-1 harekâtında PKK tarafından şehit edilen 6 askerimizin acı haberi merhem beklemekte olan yaramızı iyice derinleştirdi…
Şehadet şerbeti içen kardeşlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet dilemekten başka bir şey gelmedi elimizden.
Şehadet şerbeti içmek…
Acaba dünyadaki başka bir dilde dini veya vatanı uğruna canını feda etmek, bir yudum şerbet içer gibi algılanıyor mudur? Hiç zannetmiyorum.
Türkçemizin bu efsunkâr buluşu başlı başına üzerinde durulmayı hak ediyor.
Düşünelim bir an için:
Şehitlikte ölüm nasıl bir ruh haliyle karşılanıyordur ki, onu içmek gibi hayatı sürdürmekle ilgili bir fiille anlatmayı tercih etmiş dilimiz.
Velhasıl bu dünyayı yüce bir gaye uğruna terk ediş anı, şekerli, leziz bir içeceği yudumlamakla anlatılabiliyor ancak dilimizde.
Ey şehadet şerbeti…
Seni asırlardır o kadar iştahla içmiş olan bu aziz milletin diline yakışmayacaktın da, hangisine yakışacaktın?
Lakin unutmayalım ki, bu şerbetin tarifi bir değil, bin türlüdür.
Kahpece pusuya düşürülmekten tutun da, İstolni Belgrad’da dilleri damaklarına yapışmış 8 arslan gazisiyle 40 bin kişilik ordunun karşısına dikilen “Âdem Ejderhası” lakaplı Yahya Bey’in ölümsüz destanına kadar birbirine ulanır, gider çarpıcı örnekler.
Her biri bir Osmanlı tokadı gibi patlar dimağımızda, kalbimizde, ruhumuzda.
Murad-ı Hüdavendigâr gibi bir has şehidin yanında Fatih Sultan Mehmed ve Kanuni Sultan Süleyman gibi seferlerde can verdikleri için şehit kabul edilen sultanlar da kıpırdar içlerinde, Bağdat’ta kelle koltukta cenk eden yeniçeri Genç Osman da.
Çanakkale’de “Tek dişi kalmış canavar”a olanca gücüyle karşı koyan, o kadar ki, bu sırada artık “ölümün şahsıyla yüz göz olan” Mehmetçiğin Mehmed Akif’in teknesinde yoğrulan destanı her yıl aynı heyecanla anlatılır, tekrarlanır, bıkıp usanmadan kirpiklerimizi ıslattığı gibi kalbimizi de ihtizaza getirir.
Milli şairimiz Mehmed Akif’in “Asım’ın Nesli” adını verdiği bu destan sık sık tekrarlanır tekrarlanmasına ama hemen hemen aynı günlerde doğu cephemizde, Sarıkamış’ta olan bitenler nedense aynı alakaya mazhar olmaz. Hâlbuki mesele şehitlikse onlar da şehittir, hem de büyük bir kısmı “beyaz cehennem”de yanmış veya donmuştur.
Nedendir bu tuhaf ilgisizliğimiz acaba?
Çanakkale’deki gibi somut bir başarı, bir zafer elde edilememesi midir Sarıkamış harekâtında kaybettiğimiz on binlerce şehidin ortak hafızamızdaki bu müzmin ihmaline sebep?
Hayır, diyorum ben, “şehadet şerbeti” Sarıkamış’ta başka türlü içilmiştir de ondan.
O içişe çok yabancıyız da ondan diyorum dostlarım.
O ölüm duygusuna çok çok uzağız da ondan…
Burada da düşman kurşunları elbette nice canlar devirmiş, köpüklü kanlarını sermiştir kim bilir kaç defa üst üste yağmış olan karların ak gövdesine.
Burada da elbette başta tifo ve tifüs olmak üzere pek çok salgın hastalık kemirmiştir gazilerimizin bedenini sinsi sinsi.
Hain eller burada da arkadan hançerlemiştir yiğit bedenleri.
Lakin bilelim ki burada, Sarıkamış’ta ölüm bildiğimizden başka türlü yaşanmıştır.
Kansız, sessiz, sinsice, adeta önü alınamayan derin bir uyku gibi gelip yerleşmiş ve bir daha da çıkmamıştır genç bedenlerden.
*
Üstad Necip Fazıl’ın “Beklenen” adlı şiirinin ilk kıtası şöyledir:
Ne hasta bekler sabahı
Ne taze ölüyü mezar
Ne de şeytan bir günahı
Seni beklediğim kadar.
Oysa bir yerde bu kıtanın ikinci mısraının 1937 tarihli bu şiirin ilk şeklinde farklı olduğunu okumuştum:
Ne hasta bekler sabahı
Ne taze şehidi mezar.
Ne de şeytan bir günahı
Seni beklediğim kadar.
Oraya şehid kelimesi ölü’den daha ziyade yakışıyor zannımca.
Evet, mezar, yani toprağı şehidi sabırsızlıkla beklemektedir. Lakin düştüğü yerde toprak varsa.
Yoksa… Kar olur toprağı. Sarar sargı bezleri gibi, korumaya alır bahara erişinceye kadar.
*
Sarıkamış cephesinde donan askerler aylarca yağan karın altında bir heykel gibi sabırla beklemişler baharın gelmesini. Güneş açıp da karlar eriyince altından Mehmetçikler arkeolojik eserler gibi birer birer çıkıveriyor, buzlar eridikçe patır patır düşüyorlarmış yere.
Bu sahneyi gözleriyle görmüş bir Rus hemşire böyle yazmıştı hatıralarında. Ormanlarda hâlâ bir şeyler söylemek ister gibi elleri havaya kalkık, ağızları yarı açık, gözleri boşluğa dalmış, beklemektedirler kardan adam gibi. Toprağa değil, sessizliğe gömülmüşlerdir.
Yine de en feci ölüm anı bu değildir.
Hangisidir, bilir misiniz?
Hani lokal anesteziyle gözünüzün önünde vücudunuzun bir parçasını kesip biçerler de, siz hiçbir şey hissetmeden seyredersiniz. Ameliyat gövdeniz üzerinde gerçekleşmektedir ama siz orada değil, başka bir yerdesinizdir. Beden sizin ama oradaki ruh siniri size ait değildir.
Beden ve ruhun yolları bir müddet için ayrılmıştır.
Ruh ameliyattan bir şeyler hissetmesi gerektiğini bilir, hissetmek de ister, bu yüzden huzursuzdur, kaygılıdır ama bedeni buna hiçbir tepki vermez.
Derler ki, Sarıkamış’ta belden aşağıları donan ve bu yüzden yerlerinden kımıldayamayan Mehmetçiklerin üzerine akşamüstleri aç kurtlar hücum ettiğinde hiçbir şey yapamamış, bedenlerinin vahşi çeneler tarafından parçalanmasına seyirci kalmışlardır.
Şehitlerimizin vücutları tıpkı o lokal anestezili hastalar gibi hiçbir şey hissetmemiş ama ruhları tarif edilmez bir ıstırap ve azap sağanağı içinde kıvrana kıvrana şehadet şerbetini içmişler. Bir başka deyişle, “Ölmeden önce ölünüz” hadis-i şerifinin sırrına mazhar olmuşlar.
Sufiler ölmeden önce ölebilenin, yani bu dünyadayken nefsini susturabilen ve ruhunu kanatlandırabilenin “şehit” olduğuna inanır. Sarıkamış şehitleri işte bu yüzden iki defa şehittir nazarımda.
O şerbet kadehi normalde bir kere gelir önüne şanslı insanın. Ve ne mutlu iki defa şerbet sunulanlara.
Bilin ki 1914 yılının tam da bu günlerinde Allahuekber Dağları Goethe’lere, Shakespeare’lere, Dante’lere ilham verecek bu neviden nice trajediye sahne oldu o 1914 Aralık’ı ile 1915 Ocak’ı arasındaki kısacık sürede.
O çifte şehitlerin yaşadıklarını yazamadıysak bizim kusurumuzdur, bilinsin istedim:kaynakakit