Bir ülkede affın sürekli gündeme gelmesi neyin işaretidir? Yargının tıkanması mı? Cezaevlerinin doluluğu mu? Toplumsal vicdanın çağrısı mı?
Türkiye, 2024 sonunda başlayan ve 2025’te hızla şekillenen yeni infaz düzenlemesi, kamuoyunda “af” olarak anılıyor. Gerçekte bu, 10. Yargı Paketi kapsamında sunulan bir infaz indirimi veya koşullu salıverme rejimi. Ancak mesele yalnızca yasanın adıyla değil, taşıdığı hukuki ve sosyolojik ağırlıkla ölçülmeli.
Öncelikle altını çizelim;
5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun‘a göre, infazda esneklik ancak kamu düzeniyle çelişmemek ve mağdur haklarını gözetmek şartıyla mümkündür. Ancak tartışma tam da burada başlıyor. Çünkü:
Yüksek yargının yerleşik içtihatlarında da açıkça vurgulandığı üzere, infaz rejiminde yapılacak her değişiklik, yalnızca failin değil; mağdurun ruhsal iyileşmesini ve toplumun adalet duygusunu da gözetmek zorundadır. Çünkü infaz, sadece bir cezanın uygulanması değil, aynı zamanda kamu vicdanının tatmini ve mağdurun onarımıdır.
Ancak mevcut düzenlemede bu denge gözetilmemektedir. Mağdurun sürece aktif katılımı sağlanmadan, kamuoyunun adalet algısı dikkate alınmadan yapılan her erken salıverme uygulaması, infazın asli işlevi olan “toplumsal onarım” ilkesini zayıflatmakta; adalet duygusunu teskin etmekten uzak, teknik bir boşaltma mekanizmasına dönüşmektedir.
Çünkü cezaevleri haddinden fazla doldu. Adalet Bakanlığı’nın 2024 yılı resmi verilerine göre, Türkiye’de cezaevlerinde kalan kişi sayısı 350.000’i aşmış durumda. Buna karşın sistemin kapasitesi 280.000 ile sınırlı. Bu tablo, yalnızca bir fiziki yetersizlik sorunu değil; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3. maddesi çerçevesinde, insanlık dışı veya aşağılayıcı muamele yasağını doğrudan ilgilendiren bir krizdir.
Tutuklulukta ise durum ayrı bir sorun alanı oluşturur. Ceza Muhakemesi Kanunu md.100 “tutuklama istisnadır” dese de, 2024 TÜİK verilerine göre tutukluların %42’si henüz kesinleşmemiş yargılamalara tabi. Bu pratik, Anayasa’nın masumiyet karinesi ilkesine doğrudan aykırıdır.
Çözüm, geçici ve yüzeysel af düzenlemeleri değil; kalıcı, hukuki ve toplumsal dengeyi sağlayacak reformlardır:
Türkiye’nin sorunları dünya genelinde benzer tecrübelerle paylaşılsa da, af yerine sistem reformlarına öncelik veren ülkeler daha başarılı sonuçlar almaktadır:
Bu küresel yönelimler, yargının tıkanıklığını geçici çözümlerle değil, kalıcı ve bütüncül reformlarla aşmanın mümkün olduğunu gösteriyor.
Asıl sorgulanması gereken şudur: Bu düzenleme, geçmişteki adalet anlayışıyla ne kadar örtüşmektedir?
Anayasa Mahkemesi kararlarında belirtildiği gibi devletin adalet dağıtma yükümlülüğü, sadece hüküm kurmakla sınırlı değildir; infaz sürecinde de devam eder. Eğer af sadece cezaevlerini boşaltmak veya siyasi hesaplara hizmet etmek için çıkarılıyorsa, bu geçmişin tek boyutlu, sert adalet anlayışından ileri gidemediğimiz anlamına gelir. Gerçek bir reform ise; mağdur, fail ve toplum üçgeninde onarıcı ve dengeleyici bir adalet yaklaşımı gerektirir. Ne yazık ki güncel infaz reformu bu ölçüden çok uzaktır.
Af değil, hesaplaşma…
Tahliye değil, toplumsal iyileşme…
İnfaz indirimi değil, kökten yargı reformu…
Türkiye’nin önceliği budur. Çünkü adalet, sadece cezaevlerini boşaltmakla değil, toplumun vicdanını ve güvenini tazelemekle mümkündür. Hukukun özünde yatan; kalıcı barış, hakikatin ortaya çıkması ve onarımın sağlanmasıdır. O barış, ancak derin ve kapsayıcı reformlarla inşa edilir.