Türkiye’de boşanma olgusu, salt hukuki bir prosedür olmanın ötesine geçerek toplumsal yapıdaki dönüşümün önemli bir göstergesi haline gelmiştir. Son yirmi yılda yaşanan sosyoekonomik değişim, kentleşme, bireyselleşme ve kadının eğitim ve iş hayatındaki artan rolü, aile yapılarını ve dolayısıyla boşanma dinamiklerini derinden etkilemiştir.
TÜİK’in 2023 verilerine göre, Türkiye’de 2023 yılı içerisinde 175 bin 196 evlilik gerçekleşirken, boşanma sayısı ise 74 bin 82 olarak kayıtlara geçmiştir. Bu rakam, kabaca her iki evliliğe karşılık bir boşanma davası açıldığını göstermektedir. Daha da çarpıcı olanı, bu davaların önemli bir bölümünün, tarafların uzlaşamadığı çekişmeli nitelikte olmasıdır. İşte bu noktada, boşanma süreci, yalnızca duygusal bir parçalanma değil, aynı zamanda nafaka, velayet ve mal paylaşımı gibi hayati konularda stratejik ve hukuki açıdan doğru adımlar atılmasını gerektiren karmaşık bir savaş alanına dönüşmektedir. Bu makalede, boşanma davalarında sıklıkla karşılaşılan ve telafisi güç sonuçlar doğurabilen hatalar, sosyolojik bir perspektifle başlayarak hukuki bir çerçevede irdelenecek, Yargıtay kararları ve öğretideki görüşler ışığında analiz edilecektir.
Türk toplumunda ailenin geleneksel yapısının değişimi, boşanma olgusuna bakışı da dönüştürmüştür. Ancak, toplumsal normlar ve aile baskısı hala boşanma sürecinde hissedilmekte, bu durum tarafları duygusal ve aceleci kararlar almaya itebilmektedir.
Boşanma davalarında taraflar, çoğu zaman bir hak arama mücadelesinden ziyade, bir nevi hesap sorma psikolojisi içine girmekte ve bu da davranışlarına yansımaktadır. Bu psikoloji, Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 166. maddesinde düzenlenen “evlilik birliğinin temelinden sarsılması” gibi objektif bir hukuki ölçütten ziyade, öfke ve kırgınlıkların ön plana çıkmasına neden olmaktadır. Oysa mahkemeler, duygusal iddiaları değil, somut delilleri değerlendirir. Delil sunma yükümlülüğünün hafife alınması, alanında uzman bir avukatla çalışılmaması, tanık ifadelerine fazlaca güvenilmesi veya delil sürelerinin kaçırılması, davanın seyrini olumsuz etkileyen en temel hatalardandır.
Bir diğer kritik hata, anlaşmalı boşanma sürecinde yapılmaktadır. Toplumda “çabuk kurtulma” olarak algılanan bu yol, üzerinde yeterince düşünülmeden ve hukuki danışmanlık alınmadan imzalanan protokoller, ileride daha büyük uyuşmazlıkların tohumlarını atar. Prof. Dr. Mustafa Dural’ın öğretide vurguladığı üzere, “Anlaşmalı boşanma protokolü, tarafların gelecekteki hak ve yükümlülüklerini belirleyen bir nevi sözleşmedir ve her bir maddesinin ileriye dönük sonuçları titizlikle hesap edilmelidir.” Nafaka, velayet ve özellikle mal paylaşımı konularındaki muğlak ifadeler, boşanma sonrasında yeni davalara yol açarak süreci bitmek bilmeyen bir yargılamaya dönüştürebilir.
Nafaka, kamuoyunda en çok tartışılan ve en fazla yanlış anlaşılan boşanma kurumudur. TMK’nın öngördüğü tedbir, yoksulluk ve iştirak nafakası türleri, farklı şartlara ve hukuki niteliklere sahip olmalarına rağmen pratikte sıklıkla birbirine karıştırılmaktadır.
Uygulamada sık rastlanan hatalardan biri, davacı veya davalının tedbir nafakası talebinde bulunmayı ihmal etmesidir. Boşanma davası açılır açılmaz talep edilebilen bu nafaka, dava sonuçlanana kadar tarafların mevcut hayat standartlarını korumayı amaçlar. Özellikle ekonomik olarak daha zayıf konumdaki tarafın bu talebi geciktirmesi veyahut öne sürmemesi davayı maddi sıkıntılar içinde sürdürmesine neden olur ki bu da dava stratejisini olumsuz etkiler.
En büyük toplumsal yanılgı ise yoksulluk nafakası konusundadır. Toplumdaki yaygın kanının aksine, yoksulluk nafakası cinsiyete bağlı değildir. TMK m. 175 uyarınca, boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek taraf, hangi taraf olursa olsun, diğer taraftan yoksulluk nafakası isteyebilir. Yargıtay’ın yerleşik içtihadı da bu yöndedir. Örneğin, Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin bir kararında, doktor olarak çalışan kadın eşin, gelirinin yüksek olması, evinin arabasının olması ve erkeğin işsiz olup, malvarlığı olmamasından kaynaklı olarak yosulluk nafakasına hükmetmiştir. (E. 2016/6525, K. 2016/16201). Buna rağmen, özellikle erkeklerin toplumsal baskı ve yanlış bilgi nedeniyle bu hakkı talep etmemesi, ciddi bir hak kaybına yol açmaktadır.
Ayrıca, nafaka miktarının belirlenmesinde somut verilerin (gelir belgesi, kira, fatura, çocuk masrafları vb.) mahkemeye sunulmaması, hâkimin takdir yetkisini sembolik düzeyde kullanmasına ve gerçek ihtiyaçları karşılamayan bir nafakaya hükmetmesine sebep olur. Öğretide, nafaka hesabının, sadece asgari geçim düzeyi değil, tarafların evlilik süresince alıştıkları hayat standardı da dikkate alınarak yapılması gerektiği vurgulanmaktadır.
Velayet, boşanma davalarının belki de en hassas ve duygusal yüklü boyutudur. TMK m. 182, velayetin düzenlenmesinde tek ve tartışılmaz ölçütün “çocuğun üstün yararı” olduğunu açıkça hükme bağlar. Ne var ki, taraflar sıklıkla bu hukuki ölçütü bir kenara bırakarak velayeti bir prestij veya intikam mücadelesi olarak görmektedir.
Evli çiftler bazı evlilikler de çocuğu evliliği kurtarma aracı olarak görür fakat unuttukları bir şey vardır. Temeli sağlam olmayan her bina yıkılır. Bu noktada yapılan en vahim hatalardan biri, çocuğun davanın bir parçası haline getirilerek diğer ebeveyne karşı kullanılmasıdır. Çocuğa psikolojik baskı yapılması, diğer ebeveyni kötüleme veya mahkemedeki ifadesine yön verilmesi, sadece çocuğun ruh sağlığına onarılmaz zarar vermekle kalmaz, aynı zamanda Yargıtay tarafından da velayetin değiştirilmesi için somut bir gerekçe olarak değerlendirilir. Yargıtay, velayet belirlenirken çocuğun yaşı, cinsiyeti, ebeveynlerle olan bağı, ebeveynlerin çocuğa ayırdığı zaman, ekonomik ve sosyal koşullar gibi bir dizi faktörü bir bütün olarak değerlendirmektedir.
Bir diğer önemli hukuki zaafiyet, geçici velayet talebinde bulunulmamasıdır. Boşanma davasının açılmasıyla birlikte, dava sonuçlanana kadar çocuğun kimin yanında kalacağı ve ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağı belirsiz kalabilir. TMK m. 169 uyarınca istenebilecek bu geçici tedbir, çocuğa istikrarlı bir ortam sağlamanın yanı sıra, nihai velayet kararı verilirken de olumlu bir veri olarak dikkate alınır.
Mal paylaşımı, hukuki teknik bilgi gerektirdiği için tarafların en çok zorlandığı alandır. 01.01.2002 tarihinden sonra evlenenler için yasal mal rejimi “Edinilmiş Mallara Katılma Rejimi”dir (TMK m. 202 vd.). Bu rejim, evlilik birliği içinde eşlerin emek ve sermayeleriyle elde ettikleri malların (maaş, ev, araç, menkul kıymetler vb.) paylaşılmasını öngörür. Ancak, eşlerin bu tarihten önce edindikleri mallar veya kişisel eşyalar (miras, bağış yoluyla gelen mallar) bu paylaşıma dahil değildir. Pek çok taraf, bu ayrımı bilmediğinden, tüm mal varlığının otomatikman paylaşılacağı yanılgısına düşmekte ve bu da beklentilerin boşa çıkmasına neden olmaktadır.
En kritik hata ise, boşanma kararı ile mal paylaşımının otomatikman gerçekleşmeyeceğinin bilinmemesidir. Boşanma davası, evlilik bağını sona erdirir; ancak malların tasfiyesi için ayrıca bir “Mal Rejiminin Tasfiyesi” davası açılması zorunludur. Bu dava için 10 yıllık hak düşürücü süre öngörülmüştür (TMK m. 238). Taraflar, bu süreyi kaçırdıklarında mal paylaşımı hakkını kaybedebilirler.
Öğretide ve Yargıtay uygulamasında sıkça eleştirilen bir diğer davranış, eşlerin malvarlığını gizleme veya değerini düşürme girişimleridir. Muvazaalı (danışıklı) işlemlerle malları üçüncü kişilere devretmek, Yargıtay tarafından “mal kaçırma” olarak nitelendirilir ve TMK m. 190 uyarınca iptal edilmesi mümkündür. Ancak, bu iptal davası da ayrı bir süreç gerektirdiğinden, mağdur taraf için uzun ve meşakkatli bir yargı yolunu beraberinde getirir.
Türkiye’de boşanma davaları, toplumsal değişimin bir yansıması olarak arttıkça, bireylerin bu süreci hukuki ve rasyonel bir temelde yönetme ihtiyacı da aynı oranda artmaktadır. Nafaka, velayet ve mal paylaşımı gibi konular, yalnızca hukuki metinlerin lafzına değil, aynı zamanda Yargıtay içtihatları ve öğretideki görüşler ışığında derinlemesine anlaşılması gereken teknik alanlardır. Boşanma davasında yapılan diğer bir hata ise, evlenirken çiftlerin israf yaparcasına para harcarken, boşanırken hiç para harcamamaya çalışmalarıdır. Böylece taraflar hukuki bilgi eksikliğinden hata yaparak, hak kaybı yaşarlar.
Boşanma sürecinin yıkıcı etkilerini minimize etmenin ve hak kayıplarını önlemenin yolu, süreci bir “hesaplaşma” olarak değil, bir “hak arama” süreci olarak görmekten geçer. Bu da ancak, olayın duygusal yükünden sıyrılarak, sürecin en başından itibaren profesyonel hukuki danışmanlık almakla, geçici tedbirleri zamanında talep etmekle ve her adımı çocuğun üstün yararını ve uzun vadeli menfaatlerini gözeterek atmakla mümkündür. Unutulmamalıdır ki, boşanma, bir son değil, yeni bir başlangıçtır ve bu başlangıcın sağlam temeller üzerine kurulması, tarafların ve özellikle çocukların geleceği için hayati önem taşımaktadır.